🏒 Maide 44 Tefsiri Ibni Kesir
İbniKesir Meali: Mâide Suresi 44. Ayet Meali, Mâide 44, 5:44 Doğrusu Tevrat´ı Biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah´a teslim etmiş peygamberler, yahudi olanlara onunla, Rabb´a kul olanlarla bilginler de Allah´ın kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Ve ona şahid idiler. İnsanlardan korkmayın da Ben´den korkun. Ve ayetlerimi az bir değerle
İbni Kesir, bu ayetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu ifade ederken (Tefsir-i Beydavi, 2:295), Osmanlı devletinin şeyhu'l İslam'larından olan Ebu's-Suud Efendi, ayette geçen hükmetmemeyi inkâr manasında almakta ve " Allah'ın hükümlerini hakir ve basit görerek inkâr eden kimse, kim olursa olsun dinden çıkar." demektedir.
Kur'an'da adı geçen peygamberler kişiler olayların haritası. (Daha net bir görüntü için lütfen haritanın üzerine tıklayınız) Nüzûl döneminde kıtalar ve dünya 1 ve 2. (Daha net bir görüntü için lütfen haritanın üzerine tıklayınız) Günümüz dili ile kolay okunup anlaşılabilir, nüzûl (indiriliş - vahyediliş
Şİfatefsİrİ-mahmut topbaŞ: tefsİr kİtapliĞi-26 kİtap: tefsİrÜl mÜnİr: tefsİrİ kebİr-taberİ: tefsİrÜl kuran-semerkandİ: tefsİrÜl mesaj-m.esed: tibyan tefsİrİ-ahmed davudoĞlu: uzay ayetlerİ-celal yenİÇerİ: yabanci dİlde mealler: kurtubİ tefsİrİ: safvetÜt tefasÜr: bİkÜvİ tefsİrİ: hadİslerle İbnİ kesİr
obJsQDx. بســـم الله الرحمن الرحيم "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/44 "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/45 "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/47 Bu dinin, zorunlu kıldığı bir gerçek vardır. Allah'ın şeriatına itaat etmek, O'nun Resulü'ne tabi olmak ve O'nun indirdiği kitapla yönetmek ve yönetilmek gerçeği... Bu, İslam'ın getirdiği tevhid akidesinden kaynaklanıyor. İnsanların kulluk yapacakları, emirlerine uyacakları, şeriatını uygulayacakları, değerlerini ve ölçülerini alacakları, hükmüne başvurup sonra da razı olacakları uluhiyetin birliği... İnsanların hayatında ve bütün ilişkilerinde hakimiyeti Allah'a veren otoritenin tekliği... Çünkü kainatın üzerinde yegane egemen güç tek başına Allah'tır. İnsan bu koca kainatta bağımsız bir varlığa sahip değildir. Yüce Allah, gizli kapalı hiçbir şey bırakmamıştır. Hayatta karşılaşacakları problemlere çözüm bulmak için başka bir kaynağa muhtaç bırakmamıştır kullarını... "Size kitabı açıklanmış olarak indiren O'dur." En'** Sûresi, 6/114 Buna rağmen insanın Allah'tan başkasının hükmüne ihtiyacı var mı? "Size kitabi açıklanmış olarak indirdiği halde, Allah'tan başka hükmedici mi arayacak mışım?" Bu, Resulullah'ın lisanı ile yöneltilen kınama amaçlı bir sorudur. Ve bu soru hiçbir konuda Allah'tan başkasının hükmüne gerek olmadığını göstermektedir. Her konuda hakimiyetin yüce Allah'a ait olduğunu ve O'nun birliğinin kabul edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Hayatın hiçbir meselesinde Allah'tan başkasının hükmüne imkan vermeyen kesin bir vurgulamadır bu... Bu kitap, yüce Allah'ın hakimiyetini ve uluhiyetini temsilen, insanların ihtilaf ettikleri meselelerde aralarında hükmetmek için indirilmiştir. Sonra bu kitap, hayat nizamının ikamesi için gerekli illeri içerecek şekilde açıklanmış olarak indirilmiştir. Aynı şekilde bu kitap, insanların ekonomi, ilim ve hayatın sair yönlerinde ihtilaf ettikleri sorunların çözümü için gerekli detaylı hükümleri de kapsamaktadır. Bunlarla da anlaşılıyor ki başka bir hükme başvurmaya gerek bırakmayacak şekilde apaçıktır Allah'ın kitabı. Yüce Allah'ın bu kitapla vurguladığı gerçek budur. Bundan sonra dileyen şöyle söyleyebilir "Beşeriyet sürekli gelişme kayd etmektedir, bu nedenle ihtiyaç duyduğu şeyleri bu kitapta bulamamaktadır." Bunu söylerken de şunu da beraberinde söylemelidir "Ben bu dine inanmıyorum, Allah'ın dediğini yalanlıyorum..." Allah'ın şu sözü ise meseleyi daha güzel açıklıyor "Ey Rasul, ağızlarıyla inandık diyen, kalpleriyse inanmayanların küfre koşuşmaları seni üzmesin..." Maide Sûresi, 5/41 Böylece sorunun özü ortaya konmuş oluyor... Bir tek ilah vardır ve yalnızca bir tek malik vardır. Buna göre, bir tek hükmedenin, bir tek kanun koyucunun ve bir tek tasarruf sahibinin bulunması gerekir. Sonuç itibariyle, bir tek şeriatın, metodun ve kanunun olması zorunludur. Demek ki, Allah'ın indirdiklerine tabi olmak, itaat etmek ve onunla hükmetmek imandır, İslamdır. Allah'ın indirdiklerine karşı çıkmak O'ndan başkasıyla hükmetmek küfürdür, zulümdür, fasıklıktır. Bu, Allah'ın bütün insanlardan bağlılık sözü aldığı ve bütün resulleri onunla gönderdiği dinin kendisidir. Muhammed ümmeti ve ondan önceki ümmetler bu din üzere olagelmişlerdir. Allah'ın dini, onun indirdikleriyle hükmedilmesidir. Bu, Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin göstergesidir."La ilahe illallah" ın hayata yansımasıdır. Allah'ın diniyle, O'nun indirdikleriyle hükmetme arasındaki kaçınılmaz gereklilik, sadece Allah'ın indirdiklerinin, insanların kendi yanında koyduğu sistemlerden, yasalardan, nizamlardan ve prensiplerden daha iyi olmasından kaynaklanmıyor. Bu, kesin gerekliliğin sadece bir sebebidir. Ancak en önemli sebep değildir. Bu kaçınılmaz gerekliliğin esas nedeni; Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin, onun uluhiyetini kabul etmek ve başkalarından bu sıfatı ve özelliklerini uzaklaştırmak anlamına gelmesidir. İslam'ın lügat anlamı, teslimiyettir. Allah'ın gönderdiği tüm dinlerin ifade ettiği gibi, İstılahı anlamı ise Allah'a teslim olmak ve bu arada uluhiyet iddiasından soyutlanmaktır... Uluhiyetin en belirgin özellikleri olan otorite, hakimiyet ve kulların itaati, şeriat ve kanunlarına uymak suretiyle kulluklarını istemek iddiasında bulunmamaktadır. O halde insanların Allah'ın şeriatına benzer bir şeriat edinmeleri kafi değildir. Hatta, kendilerine mal ettikleri, üzerine kendi işaretlerini diktikleri, Allah'a döndürmedikleri, O'nun gücünü idrak etmekten, uluhiyetini kabul etmek ve uluhiyette birliğini itiraf etmek açısından O'nun adıyla tatbik etmedikleri müddetçe Allah'ın şeriatı bile yeterli değildir. Çünkü, kulların kullara kulluktan kurtulmasını sağlayan, yüce Allah'ın uluhiyetini kabullenerek O'nun şeriatını tatbik etmektir. Kur'an'ın vurguladığı hüküm bu gerçeğin ne denli gerekli olduğunu göstermektedir. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/44 "Allah 'in indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/45 "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir." Maide Sûresi, 5/47 Çünkü Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, Allah'ın uluhiyetini kabul etmediklerini ve Allah'ın uluhiyetini reddettiklerini ilan etmiş oluyorlar. Bunu, ağızları ve dilleriyle söylemeseler de davranışları ve pratik hayatlarıyla söylüyorlar. Davranış ve pratik hayatın dili sözden daha açıktır. Hakimiyetini, reddederek Allah'ın izin vermediği konularda kendi yanlarından kanunlar vaz'etmek suretiyle, uluhiyetin en başta gelen özelliğini haksız yere gasb ederek yüce Allah'ın uluhiyetini inkar etmelerinden dolayı yüce Allah onları, kafir, zalim ve fasık olarak isimlendiriyor. Bu, Kur'an'ın anlaşılır ayetleri aracılığı ile ortaya koyduğu tehlikeli bir sorundur. Kur'an bununla gerek yönetenler gerekse yönetilenler için imanın sınırlarını ve İslam'ın şartlarını belirtiyor. Yönetenler Allah'ın indirdikleriyle hükmedecek, yönetilenlerse sadece Allah'ın hükmünü kabul edip uyacaklar, diğer şeriat ve hükümleri reddedecekler. Meselenin bu derece önemli olması ve bu derece şiddetle üzerinde durulmasının bir çok nedeni vardır. Kur'an'a başvurduğumuzda bu nedenleri açıkça görürüz. Bu konudaki en önemli nokta meselenin yüce Allah'ın uluhiyetinin, rububiyetinin, beşer üzerindeki ortaksız otoritesinin kabulü ya da reddi olmasıdır. Bu açıdan mesele, küfür ve iman, cahiliye ve islam meselesidir. Kur'an'ın tüm mesajı bu hakikatin açıklanmasına yöneliktir. Yaratan Allah'tır; kainatı ve insanı O yaramıştır... Göklerde ve yerde ne varsa insanın emrine vermiştir. Yüce Allah yaratma hususunda tektir. B hususun azında da çoğunda da hiç bir şekilde ortağı yoktur. Aynı zamanda maliktir... Çünkü yaratan O'dur ve yarattığına malik olması kaçınılmazdır. Göklerin ve yerin, ikisinin arasındakilerin mülkiyeti Ona aittir. O, malikiyet hususunda da tektir. Mülkünde de az veya çok olsun hiç bir şekilde ortağı yoktur. Şüphesiz yüce Allah, Razık'tır. Hiç kimse ne kendisi ne de başkası için az yada çok olsun rızıklandırma imkanına sahip değildir. Yüce Allah, evren ve insan üzerinde mutlak egemenliğe ve tasarrufa sahiptir. Çünkü O, "yaratan" dır, "malik" tir ve "rızık veren" dir. Sonsuz güç O'nundur. O olmadan, yaratma, rızık, fayda ve zarar olamaz. O, şu varlıklar alemindeki hakimiyetiyle tektir. İman, yüce Allah'ın bu hususlarda bir olduğunu ikrardır. Uluhiyet, mülk ve güç... bu konularda, ortağı olmaksızın bir ve tektir. İslam ise bu özelliklerin gereklerine teslimiyet ve itaattir. Uluhiyette, rububiyette, genelde bütün varlığa özelde de insan hayatına egemen olmakta yüce Allah'ın bir olduğunun kabul edilmesi, şeriatı ve takdiriyle beliren gücünün kabullenilmesidir. Allah'ın şeriatine teslim olmanın anlamı, her şeyden önce, Allah'tan başkasının uluhiyetini, rububiyetini, otoritesini ve gücünü reddetmektir. Teslimiyet ya da din, dilde veya fiille olması sonuç itibariyle farketmez. Bu açıdan da mesele, küfür veya iman, cahiliye ya da islam meselesidir. Aşağıdaki naslar bu noktaya yöneliktir. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta kendileridir." "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar fasıkların ta kendileridir." İkinci önemli nokta, Allah'ın şeriatının diğer beşeri sistemlerin tümüne olan kesin ve mutlak üstünlüğüdür. Aşağıdaki Kur'an ayeti, bu üstünlüğe işaret etmektedir. "Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kimmiş?" Maide Sûresi, 5/50 Bütün sosyal sistemler ve rejimler karşısında, Allah'ın şeriatının mutlak üstünlüğünü kabul etmek de iman-küfür meselesinin kapsamına girer. Hiçbir insan, herhangi bir meselenin çözümünde beşeri sistemlerin Allah'ın şeriatından daha üstün ya da denk olduğunu iddia edemez. Şayet böyle bir iddiada bulunursa, mü'min ve müslüman olduğunu iddia edemez. Çünkü o, insanların durumunu Allah'tan daha iyi bildiğini, meselenin düzen ve idaresinde O'ndan daha sağlam hükümler edindiğini iddia etmektedir, aynı şekilde, bu fikri ileri sürerken beraberinde şu iddiada da bulunmaktadır İnsan hayatının ihtiyaçları yenilenip durmaktadır. "Yüce Allah, şeriatını vaz ederken bu ihtiyaçları bilmiyordu" veya "biliyordu da gerekli ahkamı vaz' edemiyordu." Bu iddia ile iman ve islam davası bir arada bulunamaz. Sözle bu davayı sürdürse dahi... Bu üstünlüğü tüm boyutları ile algılamak son derece güçtür. Çünkü yüce Allah'ın şeriatının hikmeti, herhangi bir dönemde bütünüyle anlaşılamaz. Anlaşılanları da burada bütün detaylarıyla açıklamak son derece güçtür. Bazılarına değinmekle yetineceğiz Allah'ın şeriatı; 1- Kapsamlı bir düzendir Allah'ın şeriatı, beşer hayatı için kapsamlı, mükemmel bir sistemdir. Düzenleme ve gelişmeye müsait oluşuyla, beşer hayatının her tarafını, her halini ve vaziyetini kuşatmıştır. Ve o, insan varlığının ve ihtiyaçlarının, insanın da içinde yaşadığı kainatın hakikati ve kainata ve insana hükmeden değişme yasalarının tabiatı hakkında mutlak bilgiye dayanan eksiksiz bir sistemdir. Bu yüzden insan hayatı ile ilgili hiçbir konuyu göz ardı etmez, insanlar arasında bir çatışmaya sebep olmadığı gibi, insan ve kainat arasında da bir çatışmaya imkan vermez. Aksine her yönüyle denge, itidal, uygunluk ve nizam ve intizamı sağlar. Bu problem, sorunların zahiri yönünü ve görülen tarafını, sınırlı idrakiyle kavrayabilen insan yapısı düzenlerin çözemeyeceği kadar ağırdır, insan yapısı sistemler, insanın cehaletiyle yoğrulmuşlar. Dolayısıyla çeşitli unsurların çarpışmasını ve meydana gelen sarsıntıları durdurmalarına imkan yoktur. 2 - Mutlak adalete dayalı bir düzendir Öncelikle, yüce Allah mutlak adaletin ne ile ve nasıl gerçekleşeceğini en iyi bilendir. İkincisi, yüce Allah herşeyin rabbidir. Ve o, varlıklar arasında mutlak adaleti sağlamaya maliktir. Aynı şekilde, hevadan, temayülden, zaaftan, cehaletten, kusurluluktan, aşırılıktan; ifrat ve tefritten uzak bir nizam yerleştirmeye kadirdir. İster bir fert, bir sınıf, bir millet ya da bir ırk olsun, şehvetin, tutkunun, zaafın, hevanın esiri, bunlardan öte, cehalet ve kusurla malûl insanın uydurduğu hiçbir sistemin çözemediği problemleri Allah'ın nizamı çözmüştür. Bütün bunlar, hevesler, şehvetler, tutkular, arzular, hatta cehalet ve noksanlıklarla dolu insanın bu problemleri tüm boyutlarıyla bir nesil boyunca bile düşünüp araştırabilme gücüne sahip olamayışı da beşeri sistemlerin yetersizliğine yeter delildir. 3 - Kainatla uyumlu bir düzendir Çünkü bu düzeni koyan, bütün kainatın ve insanların sahibi ve hepsinin yaratıcısı olan yüce Allah'tır. İnsan için bir kanun koyduğu zaman, yaratıcısının emriyle kendisine boyun eğdirilmiş varlık unsurları üzerinde egemenliği bulunan bir unsur için hüküm koyar gibi teşride bulunur. Ancak bu unsurlar, hidayet üzere bulunmak ve bu unsurlarla beraber onlara hakim yasayı da bilmek şartıyla insana râm kılınmışlardır. Bu yüzden insanın hareketleriyle içinde yaşadığı kainatın hareketleri arasında bir uyum sağlanır. Allah'ın şeriatı, onun hayatını varlık yasalarına tabi bir konuma getirir. Sadece kendisi ya da hemcinsleriyle değil, içinde yaşadığı kainatın her yönüyle uyum içinde bir hayat sürdürür. Çünkü insanın kainat düzeninden ayrılmasına imkan yoktur. O halde onunla uyum içinde ve sağlam bir metod doğrultusunda hayatını sürdürmelidir. 4 - İnsana hürriyetini kazandıran bir düzendir Sonra o, insanın insana kulluk yapmaktan kurtulduğu yegane sistemdir. İslam düzeninin dışındaki bütün düzenlerde insanlar insanlara kulluk yapmakta, insanlar insanlara itaat etmektedir. Yalnızca İslam nizamında insanlar, kula kulluktan kurtulup ortaksız Allah'a kul olma şerefine nail olurlar. Dolayısiyle gerçek anlamda ve yalnız o zaman hür olurlar. Daha önce de söylediğimiz gibi, uluhiyetin en başta gelen özelliği hakimiyettir. İnsanlar için kanunlar koyanlar, uluhiyet makamına kurulup uluhiyetin özelliklerini kullanıyorlar demektir. Onlara tabi olanlar da, Allah'ın değil onların kuludurlar. Allah'ın değil onların dinindendirler. İslam, kanun koymayı sadece Allah'a bırakmakla, insanı kullara kulluktan kurtarıp bir olan Allah'ın kulluğuna yükseltmiştir. Bununla insanın hürriyetini ilan etmiştir. Bu konu inancın en önemli ve en büyük konusudur. Çünkü o, uluhiyet ve ubudiyet, adalet ve İslah, hürriyet ve eşitlik, insanın hürriyetine kavuşması hatta yeniden doğuşu konusudur. Bütün bunlardan dolayı küfür ve iman, cahiliye ve İslam konusudur. Cahiliye, tarihteki herhangi bir dönem değildir. O, bir durumdur. Bir kurum ve sistemde illeri mevcut olduğunda cahiliye mevcut demektir. O temelde hüküm ve kanunu Allah'ın hayat için koyduğu şeriat ve metoda döndürmeyip beşerin heva ve hevesine havale etmekten ibarettir. Bu heva ve heveslerin, bir ferdin, bir sınıfın, bir milletin veya bütün insanların, heva ve hevesi olması, sonucu değiştirmez. Tamamı, Allah'ın şeriatına döndürülmedikten sonra!... Hevadır, hevestir... Bir fert, bir toplum için kanun koyarsa, bu cahiliyedir. Çünkü onun heva ve hevesi, kanunlaşacaktır. Ya da görüşleri... Sonuç itibariyle fark etmez. Bir sınıf, diğer sınıflar için kanun koyarsa, bu cahiliyedir. Çünkü o sınıfın çıkarı ya da çoğunluğun görüşleri kanunlaşacaktır. Sonuç itibariyle fark etmez.! Hepsi de cahiliyedir. Toplumdaki her sınıfın, her bölgenin temsilcileri bir araya gelip kanun koysalar, bu cahiliyedir. Çünkü, insanların hiçbir zaman soyutlanamadıkları heva ve hevesler ya da cehaletleri kanunlaşıyor ya da halkın görüşü kanunlaşacaktır. Hiç farketmez. Bunlar da cahiliyedir. Hatta bütün milletleri temsil eden bir kurum kanun koysa, bu da cahiliyedir. Çünkü o zaman ulusal hedefler ya da bu topluluğun görüşü kanunlaşıyor. Netice aynı Cahiliye... Fertlerin, toplumların, miletlerin ve nesillerin yaratıcısı, herkes için kanun vaz'ettiği zaman, işte o, -yalnızca o- Allah'ın şeriatıdır. Orada, ne fert, ne toplum, ne devlet, ne herhangi bir ırk, kimse kimseye karşı himaye edilmez. Çünkü Allah, herkesin rabbidir ve herkes O'nun huzurunda eşittir. Çünkü Allah, tümü için en uygun olanı bilir. İfrat ve tefrite düşmeden, herkese en uygun olanı gözetmek yalnızca Allah'ın özelliğidir. Allah insanlar için kanun koyduğu zaman, bütün insanlar hür ve eşit olurlar. Kimsenin önünde eğilmeden yalnızca-O'na kullukta bulunurlar. Böylece bu meselenin, insanoğlunun hayatında ve kainat, nizamındaki önemi anlaşılmış oluyor. "Hak onların nevalarına tabi olsaydı, gökler, yer ve-ikisinde bulunanlar fesada uğrardı." Mü' Allah'ın indirdiklerini dışında, birşeyle hükmetmenin anlamı, şer, fesat ve sonuçta iman dairesinden çıkmaktır. Bunu Kur'an söylüyor... Şeriat indirme ve kanun koyma hakkına sadece yüce Allah sahiptir. "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma." Bu hitap, hüküm için kendisine başvuran ehl-i kitapla ilgili meselede adaletle hükmetmesi için Resulullah'a yöneliktir. Fakat bu hakikat, sadece bu olaya özgü değildir. Aksine kıyamete kadar kalıcı ve geneldir. Bu son merciyle ilgili herhangi bir şeyi değiştirecek yeni bir risalet ve resul de gelmeyecektir. Şüphesiz bu din kemale ermiştir. Allah'ın müslümanlar üzerindeki nimeti de tamamlanmıştır. Yüce Allah insanların hayatı için bir metod olarak ondan hoşnut olmuştur. Bundan sonra, onda herhangi bir şeyi iptal etmek, değiştirmek, başka bir hükme başvurmak suretiyle geçersiz kılmak, ya da başka bir şeriata uymak suretiyle bir kenara bırakmak, hiçbir surette doğru bir davranış olmayacaktır. Yüce Allah,ondan insanlar için hoşnut olurken, onun bütün insanlığı kapsayacağını biliyordu. En son merci olmasını dilerken bütün insanlık için hayrı tahakkuk ettireceğini ve beşeri hayatın her yönünü kıyamete kadar kuşatacağını da biliyordu. Bu şeriatı tamamen terk etmek bir yana, en ufak bir değişiklik bile yüce Allah'ın bu ilmini inkar anlamına gelir ve diliyle bin defa müslüman olduğunu tekrarlasa bile sahibini dinden çıkaran bir davranıştır. Bu da küfür değilse, nedir küfür? Dil ile İslam iddiasının değeri nedir? Davranış ifade bakımından sözden daha etkilidir. Ve bu davranış, gayet açık olarak küfrü ifade ediyor. Bu kesin, kat'i, genel ve kapsamlı hüküm karşısında inat etmek hakikatle yüzleşmekten kaçmanın ifadesinden başka bir şey değildir. Bu, hükümde te'vile başvurmak, kelimeleri yerinden oynatıp tahrif etmenin ifadesidir. Bu inadlaşma ve te'vil suretiyle tahrifin, bu hükmün işaretine uyanlara uygulanmasına etkisi olmayacaktır. Çünkü hüküm hiçbir yoruma gerek bırakmayacak kadar açıktır. "... İşte onlar kafirlerdir." "... Zalimlerdir." ".... Fasıklardır." Yüce Allah, birçok mazeretin ileri sürülebileceğini, Allah'ın indirdiklerini değiştirmek ve yönetilenlerin yönetenlere tabi olmaları konusunda birçok bahanenin aranacağını şüphesiz biliyordu. Hiçbir değişikliğe uğratmadan Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin zorluğu hakkında birçok mazeretin ileri sürüleceğini de biliyordu. Buna rağmen yüce Allah peygamberini insanların heva ve heveslerine uymaktan ve Allah'ın kendisine indirdiği hükümlerin bazısından uzaklaştırmak suretiyle fitne çıkarmalarından sakındırıyor. "Aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet. Gerçek olan sana geldiğine göre, onların heveslerine uyma." Maide Sûresi, 5/48 Böyle bir durumda akla gelen ilk vesvese, farklı grupların kalplerini ve aynı coğrafyayı paylaşanların prensip ve inançları arasında uzlaşma sağlamaya dair gizli beşeri arzudur. Bir kısım şeriat ahkamıyla çatışsa bile arzuların sürmesi, şer'i ahkamda, esas hüküm olmadığı bahanesiyle kolaylaştırma yönüne gidilmesidir. İnsanın, 'İnsanları Yaratıcılarından daha iyi biliyorum' iddiasında bulunması mümkün müdür? Ya da insanlara, onların Rabbinden daha çok merhamet ettiğini söyleyebilir mi? Veya insanların çıkarını, insanların İlahı'ndan daha iyi bildiğini söyleyebilir mi? Veyahut, Yüce Allah, son şeriatını bildirmiş, Son Resulü'nü göndermiş, O'nu nebilerin sonuncusu kılmış, risaletini son risalet kılmış ve şeriatını Kıyamet'e kadar baki kılmış olmasına rağmen; yeni rejimlerin ortaya çıkacağından ihtiyaçların yenileneceğinden, yeni şartların doğacağından habersiz olduğundan şeriatini gereği gibi düzenleyemediğini, çünkü bu durumlar O'na gizliydi, son zamanlarda insanlar tarafından ortaya çıkarıldılar... Evet! böyle bir iddiada bulunabilir mi? Allah'ın şeriatını hayattan uzaklaştıran, onun yerine cahili yasa ve hükümleri yerleştiren, kendi hevasını ya da herhangi bir halkın arzusunu, yahut herhangi bir milletin arzusunu Allah'ın hükmünden ve şeriatından üstün tutan biri böyle bir şey söyleyebilir mi? Evet, bunu söyleyebilir mi? Özellikle de müslüman olduklarını iddia edenler?... Şartlar, karışıklıklar, insanların ilgisizliği, düşman korkusu... Müslümanlara aralarında Allah'ın şeriatını ikame etmelerini, O'nun metoduna uymalarını ve indirdiklerinden bazısından bile vazgeçmemelerini emrettiği halde, bütün bunlardan yüce Allah'ın habersiz olduğu söylenebilir mi? Geçici ihtiyaçları, yenilenen durumları ve değişen olguları kuşatması bakımından, Allah'ın şeriatının bir eksikliği mi vardır? İnsanları bu derece şiddetle uyarmasına rağmen yüce Allah'ın bütün bunlardan haberi mi yoktu? Müslüman olmayan istediğini söyleyebilir. Ama müslüman?... Veya müslüman olduğunu iddia eden?... Bütün bunları söyler,buna rağmen müslüman kalabilir mi? Ya da İslam'dan bir temele dayanabilir mi? İşte yollara, ayrılış noktası... Orada herkes hür iradesine sahiptir. Mücadeleye ve dalaşmaya gerek yoktur. Her şey apaçık ortadadır. Ya İslam ya da cahiliye. Ya iman ya da küfür, ya Allah'ın hükmü ya da cahiliyenin hükmü. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kafirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridirler. Allah'ın hükmüne göre yönetilmeyenler de mü'min değildirler... Bu mesele, müslümanın vicdanında açık ve kesin bir şekilde yer etmelidir. Ta ki kendi zamanındaki insanlara tatbik ederken bir tereddüte düşmesin. Gerek dosta, gerek düşmana karşı olsun, bu hakikatin sonucuna tam bir teslimiyetle uysun. "Cahiliye hükmünü mü istiyorlar, yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kimmiş?" Maide Sûresi, 5/50 Bu mesele, müslümanın vicdanında kesin bir şekilde yer etmezse, hayat ölçüsü istikamet bulmaz, metodu berraklaşmaz, vicdanında hak ile batılı ayırmaz ve doğru yolda bir adım bile atamaz. Bu meselenin bütün insanlarca gizli kalması ve sindirilmemesi normal olsa bile, bu meseleyi berraklaştırmadan müslüman olmak veya bu vasfa sahip olmak isteyip te bu hakikati ruhlara sindirmemek normal bir tutum değildir. İnsanlar, ahirette hesaba çekileceklerini bildikleri halde,yeryüzünde Allah'ın şeriatından başka bir şeriatla hükmettiklerinde, öbür dünyada, hükmettikleri ve hükmüne tabi oldukları beşeri sisteme uygun cezalandırılacaklarını mı, yoksa, hükmetmedikleri gibi hükmüne de başvurmadıkları İlâhî şeriata uygun hesaba çekileceklerini mi zannediyorlar? Kesinlikle, yüce Allah, onları şeriatına göre hesaba çekecektir, kulların şeriatına göre değil. Onlar her ne kadar, hayatlarını, ilişkilerini şiarlarını, ibadetlerini, dünyadayken Allah'ın şeriatına göre etmedilerse burada Allah'ın şeriatınca evvelâ bu konuda hesaba çekilecekler. O gün onlar, yeryüzünde Allah'ı ilah olarak kabul etmedikleri, insanlardan birçok rabler edindikleri, dolayısıyle uluhiyetini inkar ederek, ya da şirk koşarak küfre girdikleri, ibadetlerinde, şiarlarında Allah'ın şeriatına uydukları halde, iktisadi, siyasi veya toplumsal düzen itibariyle Allah'ın şeriatından başkasına uydukları için hesaba çekileceklerdir. Allah kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını dilediği için af eder. "Allah kendisine şirk koşulmasın affetmez. Bundan başkasını dilediği için bağışlar." Nisa Sûresi, 4/48 Yalnız O hükmeder. Yalnız O, hesaba çeker. O, hükmünde gecikmediği gibi cezayı da ihmal etmez. "Dikkat edin hüküm yalnız O'nundur. Ve O, hesaba çekenlerin en çabuğudur." En'** Sûresi, 6/62
1 İBNİ-İ KESİR TEFSİRİ ORJİNAL CİLT 1.pdf İMAM BUHARİ DÜŞMANLARINA REDDİYE -Hafız İbn-i El Bidaye Ve’n-Nihaye-İbn İBN KESİR TEFSİRİ .exe İbn Kesir__El Bıdaye Ve’n-Nıhaye, Çağrı İBN-İ KESİR ORJİNAL CİLT 3.pdf İBN-İ KESİR TEFSİRİ ORJİNAL CİLT 2.pdf İBN-İ KESİR TEFSİRİ İBNİ KESİR TEFSİRİ İBNİ KESİR TEFSİRİ PDF Moderatör tarafında düzenlendi 11 Ağu 2019 Pangea İyi Bilinen Üye İslam-TR Üyesi 2 Cezak Allahu hayran kardesim asliar İyi Bilinen Üye İslam-TR Üyesi 3 Selamun Aleykum. Ibni Kesin tefsirinin uzun ve kisa versiyonlari var sanirim. Elinde en uzun ciltlisi olan varsa; bana, asagidaki ayetlerin fotografini cekip yada texten alinti yapip gonderebilir mi? Kisa olanlari gormustum Maide 44-50 arasi Tevbe 31 Nisa 60-61
44- Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler. buna göre insanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridir. 45- Tevrat'ta, yahudilere yazılı olarak bildirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralamalarda da karşılıklılık kısas ilkesi geçerlidir. Kim kısas hakkını bağışlarsa bu onun günahlarına kefaret olur. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler ise zalimlerin ta kendileridirler. Allah katından gönderilmiş her dinle amaçlanan, yaşama yön vermektir. Pratik, gerçekçi bir yaşam biçimi belirlemekdir. Allah'ın dine yüklediği misyon, insanların yaşam biçimlerini belirlemek, düzenlemek, yönlendirmek ve koruma altına almaktır. Dinler insanların, heykellerin, ikonların ya da mihrapların karşısına geçerek tapınmalarını sağlamak üzere, kişinin salt iç dünyasına yönelik olarak indirilmemiştir. İnsanların yaşamlarında ve onların iç dünyalarının eğitiminde bunların hiçbir önemi yoktur demiyoruz. Ancak bunlar, insanların yaşam biçimlerini belirleme, düzenleme, yönlendirme ve koruma altına alma konularında tek başına yeterli olamaz. İnsanların yaşamlarında pratik bir karşılığı olması gereken bir şeriat, bir düzen, bir sistem salt bunlar üzerine ikame edilemez. Bu saydıklarımızı insanlar, yasalar ve otorite çerçevesinde belirlerler. Yasalara ve otoriteye ters bir davranışta bulunduklarında bundan sorumlu tutulurlar ve belirli cezalara çarptırılırlar. İnsanların yaşamlarını en düzgün bir biçimde sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek bir kaynağa dayanması durumunda mümkün olabilir. Allah, insanların hareketlerine ve davranışlarına egemen olduğu gibi, onların yüreklerine ve içlerinde sakladıkları her türlü sırra da egemendir. O, insanların davranışlarının ve tutumlarının karşılığını, dünya hayatında, gönderdiği şeriata göre, ahiret hayatında ise yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir. Ancak otorite parçalanacak olursa... Anlayışlar farklı kaynaklarla temellendirilecek olursa... Allah'ın otoritesi sadece vicdanlara ve insanların iç dünyalarına indirgenerek, rejim ve yasalar konusundaki otorite Allah'ın dışında birine verilecek olursa... Ahiretteki ceza ve mükafatlar konusundaki otorite Allah'ın, dünyadaki cezalar konusundaki otorite ise bir başkasına ait kabul edilirse... İşte o zaman, insanlığın ruhu, farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki yöntem arasında parçalanmış demektir. İşte bu durumda insanların yaşamlarında aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar. Nitekim, Kur'an'da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki aksaklıklara ve bozukluklara işaret edilmektedir "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu" Enbiya Suresi, 22 "Eğer gerçek, onların keyfi arzularına göre belirlenseydi, gökler, yer ve oralarda bulunanlar bozulup giderdi." Müminun Suresi, 71 "Ey Muhammed! Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma."Casiye Suresi, 18 Bu nedenledir ki her din, insanlar için bir yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir. Dinin, belirli bir yöreye, bir ulusa ya da tüm insanlığa gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez. Her dinde, yaşama en doğru yaklaşımı sağlayacak bir inanç sistemi, insanların yürekleriyle Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet esasları ve bunların yanısıra, yaşamı biçimlendirecek bir şeriat söz konusudur. Bu üç açı, Allah'ın dininin temel direkleri konumundadır. Allah katından gelen her dinde bu saydıklarımız mevcuttur. Zira, insanlığın yaşamının sağlıklı ve düzgün bir biçimde olması, ancak yaşam düzeninin Allah'ın dinine göre belirlenmesi durumunda mümkündür. Kur'an-ı Kerim'de ilk dinlerin içeriklerine ilişkin çeşitli göstergeler vardır. Belirli bir yörenin ya da ulusun mevcut düzeyiyle uyum içerisinde, belirli bir yöreye ya da bir ulusa gönderilmiş olan ilk dinler, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğü tam anlamıyla sağlamıştır. Buradaki ayetlerde, üç büyük dinde de yani yahudilik, hristiyanlık ve İslâm'da da söz konusu bütünlüğün tam anlamıyla mevcut olduğu dile getiriliyor. Ayetlerde önce, bu bölümde ele almakta olduğumuz Tevrat'tan söz ediliyor "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir." Tevrat, -Allah'ınindirdiği biçimiyle- yahudileri doğru yola iletmek, Allah'a ulaştıran yol ve yaşam süresince izlenmesi gereken yol konularında onları aydınlatmak üzere indirilmiş bir ilahî kitaptır. Bu kitap, tevhid inancını içermektedir. Kapsamlı bir ibadet sistemi içermektedir. Ve aynı zamanda bir şeriat içermektedir "Gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler." Bir inanç ve ibadet sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat'ı Allah, insanların salt vicdanları ve yürekleri için doğru yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu, bundan da öte aynı zamanda, pratik hayata Allah'ın sistemi doğrultusunda yön verecek ve yaşamı bu sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi hasebiyle, bu bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve ışık olması için indirdi. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Tevrat'la hüküm verirler. Onlar ona, kendilerinden birşey eklemezler. O kitap tümüyle Allah'a aittir. İlahlık niteliklerine ilişkin herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir istemi, bir otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur. -İslâm'ın özgün anlamı da budur zaten- O peygamberler, yahudilere Tevrat'a göre hüküm veriyorlardı. -Tevrat, sadece yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı- onların din adamları yani yargıçları ve bilginleri de yine Tevrat'a göre hüküm verïyorlardı. Zira onlar, Allah'ın kitabını korumakla ve onun doğruluğuna tanıklık etmekle yükümlüydüler. Nitekim, kendi yaşamlarını Tevrat'ın buyrukları doğrultusunda düzenleyerek, dindaşları arasında Allah'ın şeriatını hakim kılarak, söz konusu tanıklıklarının gereğini de yerine getirmekteydiler. Burada, Tevrat'a ilişkin ayetler noktalanmadan önce, Allah'ın kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu hükümleri verirken insanların arzularından, diretmelerinden, savaşlarından etkilenilmemesi için gereken özeni göstermeleri için müslümanların dikkatleri çekiliyor. Allah'ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada özen göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu konuda çekingen davrananlara gelince "İnsanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler." Yüce Allah, -her zaman ve her ulustan- kimi insanların, Allah'ın indirdikleri ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah'ın hükümlerine razı olmaya ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye kesinlikle yanaşmayacaktır. Burjuvalar, tağutlar, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran mirasyediler, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira Allah'ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş olduğu ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah'a ait olacaktır. Böylece, insanlar için Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan söz konusu kimselerin elindeki egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları düzene kendilerine maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta olan söz konusu kimseler elbette ki Allah'ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır. Çünkü Allah'ın şeriatı, onların zulüm üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının, yarmaladıkları malların esiri olanlar, ahlâkî çözülmeyi yaşayanlar, Allah'ın indirdiği hükümlerin yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir. Çünkü Allah'ın dini, onları bu niteliklerinden arınmaya zorlayacak, bunu yapmamaları durumunda ise onları cezalandıracaktır. Söz konusu kimseler, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, barışın yaygınlaşmasından rahatsız olduklarından dolayı, her türlü yola başvurarak, Allah'ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek için çabalayacaklardır. Allah, indirdiği hükümler yürürlüğe konmak istendiğinde, her cephede bu tür direnişlerle karşılaşılacağını biliyordu. Bu durumda, Allah'ın dinini sahiplenenlerin ve dinin doğruluğuna tanıklık edenlerin yapacağı iş, karşıt-güçlere karşı direnmek, onları göğüslemek, mal ve can pahasına da olsa mücadele etmektir. Allah, onlara hitaben diyor ki "İnsanlardan değil, benden korkunuz!" Onların, Allah'ın şeriatını uygulamaları dışında bir korkuları olamaz insanlardan. Bu insanlar ister, Allah'ın şeriatına boyun eğmemekte direten ve ilahlığın sadece ama sadece Allah'a ait olduğunu kabullenmeye yanaşmayan tağutlar olsun... İster, Allah'a isyan içerisinde olmakla birlikte, O'nun şeriatını kendi kişisel çıkarlarını korumak için kullanmakta olan kimseler olsun... İster, Allah'ın şeriatındaki hükümleri ağırlaştıran ve çarpıtan sapık güruhlar olsun... Her halukârda, durum değişmemektedir. Ayette kendilerine hitap edilenlerin, sözünü ettiğimiz kimselerden ve onların dışındaki insanlardan, yaşamda Allah'ın şeriatını hakim kılmak için didinme dışında korkmaları söz konusu olamaz. Asıl korkulması gerekenin, Allah olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Allah dışında hiç kimseden korkulmamalıdır. Yine Allah, kitabının koruyucuları ve kitabının doğruluğunun tanıkları durumundaki din bilginlerinden kimilerinin, dünya hayatının çekiciliğine kapılıp baştan çıkabileceklerini de biliyordu. Bu tür din bilginlerinden, Allah'ın hükümlerini istemeyen devlet yetkilileri, zenginler ve şehvet düşkünleri ile diyalog içinde bulunanlar ve de dünya hayatının cazibesine kapılarak onların yaptıklarına hiç ses çıkarmamayı yeğleyenler de olacaktır. Zaten bu tür yoldan çıkmış din adamlarına her zaman, her toplumda rastlayabilmek mümkündür. Nitekim bu tür din adamları yahudiler arasında da vardı. İşte Allah, böylesi bir tutum içerisine girmiş din bilginlerine diyor ki "Ayetlerimi birkaç paralık çıkarlarınız uğruna satmayınız." Burada suskun kalanlara, ayetleri çarpıtanlara, yamama fetvalar ürete bilmek için çaba harcayanlara sesleniliyor! Gerçekten de bu tür kimselerin, yaptıklarına karşılık olarak alacakları para ya da sağlayacakları çıkar ne olursa olsun, neticede bir "hiç"tir. Maaş, görev, makam, unvan, titır ya da birtakım çıkarlar uğruna, dini satıp bile bile cehennemi satın aldıkları düşünülürse, kazançları gerçekten de bir hiç değil midir? Bir emanet yüklenmiş kişinin, tutup ihanet etmesinden daha kötü bir şey düşünülemez. koruyucu konumundaki birinin, vurdumduymazlaşmasından daha korkunç birşey yoktur. Tanık konumundaki birinin, gerçeği. saptırmasından daha iğrenç bir şey olamaz. Ne var ki "din adamı" kisvesi altında pek çok kimse, dine ihanet etmekte, bu konuda vurdumduymazlaşmakta ve gerçekleri saptırmaktadır. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekirken, suskun kalmayı yeğlemektedirler. Yöneticilere hoş görünmeyi Allah'ın kitabına tercilı ederek, ayetleri çarpıtmaktadırlar... "Allah'ın indirdikleri ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendileridirler." Bu son derece kesin ve su götürmez bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak "men"in kullanılması ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir. Ayette herhangi bir kapaklık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür... Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık. Zira, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın ilahlığını reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir. Allah'ın ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir yandan, Allah'ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- sırf küfür kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman olduğunu savlamanın anlamı nedir? Son derece kesin olan bu hüküm konusunda demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil etmeye Çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da teviller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah'ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde değiştiremez. KISAS Allah'ın tüm dinlerindeki bu temel prensibin açıklanmasından sonra, Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki Allah Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler, gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları -Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatıyla- yahudiler arasında ondaki ayetlere göre hüküm versinler diye indirmişti "Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak indirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralanmalarda da kârşılıklı kısas ilkesi geçerlidir." Tevrat'ta belirtilen bu hükümler, İslâm şeriatında da aynen muhafaza edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm insanlığın şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların şeriatının da bir parçası olmuştur. Gerçi bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak sadece "daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira, "daru'l-İslâm" olmayan yerlerde, bu hükümleri uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak, madem ki İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman ve tüm insanlar için geçerli olacak bir şeriat olarak indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa olsun İslâmî bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu hükümleri yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür. Tevrat'ta da geçen bu hükümlere İslâm, bir hüküm daha ekliyor "Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur." Tevrat'ta bu hüküm yer alınıyordu. Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek, kısas hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına kefaret olması söz konusu değildi. Burada, kısas cezalarına bir parça da olsa değinmekte yarar var. Allah'ın şeriatında kısasla getirilen ilk şey, eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda ve cezada eşitlik prensibi esastır. İnsanların makamları, sınıfları, soyları, ırkları ne olursa olsun, onlar arasında cana canla ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi getirmek, can konusunda tüm insanları eşit kabul etmek, Allah'ın şeriatı dışında hiç bir şeriatta söz konusu değildir. Allah'ın şeriatında canın karşılığı candır. Gözün karşılığı gözdür. Burnun karşılığı burundur. Kulağın karşılığı kulaktır. Dişin karşılığı diştir. Yaralamalarda da karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir ayrım yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici, ister yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine uygulanacaktır. Çünkü her insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın şeriatı önünde, herkes eşittir. Allah'ın şeriatında getirilen bu yüce prensip, gerçekten de "insan"ın yeniden doğuşunu muştulamaktadır. Artık, her insan eşittir. Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı kanun ve aynı yargı huzurunda mahkemeleşme, ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde ödeşme imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar. Bu prensibi ilk kez İslâm getirmiştir. Asırlar boyunca beşer tarafından pek çok görece şeriatlar belirlenmişti. Bu şeriatlarda, kanun bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde bulunanlar olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi mümkün olmadı. Yahudiler, kendilerine indirilen Tevrat'ta da bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı. Kendileri ile diğer insanlar arasında bu yüce prensibi bir kenara bırakmışlardı "Ümmilere kendi dinimizden olmayanlara karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." Ali İmran Suresi, 75 diyorlardı. Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir kabileleri arasında olup bitenler bunun en güzel örneğiydi. Sonunda peygamberimiz geldi de onları tekrar Allah'ın şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü ve de perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki Benî Nadir arasında tam bir eşitlik sağladı. Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye, yaralamaya ya da onun bir organına zarar vermeye kalkışabilecek kişilere karşı, aynı zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas söz konusuysa, bunları yapmaya kalkışan kişi, böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda kalacaktır. Çünkü bilir ki karşısındaki insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı, ırkı ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki insana ne yaparsa, aynısı kendisine de yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki insanın elini ya da ayağını kesse, kendi eli ya da ayağı da kesilecektir. Karşısındakinin göz, kulak, burun ya da dişine zarar verse, kendi organının da aynı şekilde zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu suçları işlediğinde, sadece hapis cezasına çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda cezanın caydırıcılığı kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis cezası uzun olmuş, kısa olmuş birşey fark etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın verdiği acı kesinlikle eş değildir. Bunları, hırsızlığın cezasına ilişkin ayetin açıklanması sırasında da açıklamıştık. Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -yine insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- aynı zamanda, insanın öz benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz intikam tutkusunu yatıştıran bir hükümdür. Kimi insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya razı olabilirler. Ama kimi insanlar da acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da yapılmasıyla, yani kısasın uygulanmasıyla dindirebilirler. Allah'ın İslâm'la belirlediği şeriat -tıpkı Tevrat'la belirlediği şeriat gibi insanın doğasını gözeterek, kısas hakkını garanti altına almıştır. Ancak, insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına sahip olan kişileri, yine de bağışlamaya özendirir "Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur.." Kişinin kendi arzusuyla, kısas hakkını bağışlamasında durum bu şekildedir. İster bir yakını öldürülen kan sahibi olsun, Bu durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine diyet alması ya da hem kısas hem de diyet hakkından vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan sahibinin hakkıdır. Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona bırakılmıştır. Onun bağışlaması durumunda hükümdara düşen, kâtil için uygun bir tazir cezası belirlemektir. isterse yaralanmış durumdaki hak sahibi olsun, dilerlerse kısasın uygulanmasını istemeyebilirler. Kişinin, kısas hakkını bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına kefaret olur ve Allah, onun günahlarını affeder. Bu çağrı daha çok, insanları hoşgörü ve bağışlamaya, özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve bağışlamasına, eğitmeye yöneliktir. Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya da uğradıkları zarar sonucu duydukları acıyı, ne aldıkları tazminat ne de uygulattıkları kısas dindiremeyecektir... Öldürülen kişinin velisi, katili öldürtse bile, giden geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç, yeryüzünde azami düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu güvenlik altına almaktır. Bu durumu yaşayan bir kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır. Ancak bu acıyı, yüreğini, Allah katından gelecek karşılığa bağlamaktan başka hiçbir biçimde dindiremez... İmam Ahmed'in rivayetine göre "Vekî' ve Yunus bin Ebî İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle dedi "Kureyşli bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi. Muaviye de `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi kırılan kişi ikna olmuyordu. Muaviye bunun üzerine `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada, orada oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim `Bedeni zarara uğratılan bir müslüman eğer hakkını bağışlayacak olursa, Allah da onun derecesini yükseltir ya da bir günahını bağışlar'. Bunun üzerine Ensardan olan kişi de `Öyleyse bağışladım' dedi." İşte, kendisine Muaviye'nin tazminat olarak önerdiği karşılığı kabul etmeyip kısasta direten söz konusu kişi, bu hadisi duyar duymaz rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı olmuştu. İşte, yaratıkların, onların iç dünyalarındakï duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin derinliklerinde neler olduğunu ve nasıl huzur bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın şeriatı budur. O, belirlediği hükümleriyle, insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi en iyi biçimde sağlamaktadır. Aynı zamanda, Kur'an'ın da bir parçası haline gelen, Tevrat'tan bu parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm belirtiliyor "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler." Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor. Bu yeni nitelik, daha önce geçen "kafirler" biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı haketmekle ve -aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir. Gönderme yapılan nokta ve "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade eden şart edatı "men kim ki..." kullanılmış ve aynı noktaya gönderme yapılmıştır.
maide 44 tefsiri ibni kesir